Pandemi ile hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan çevrimiçi toplantılar, eğitimler, atölye çalışmaları, doğum günleri, vefat mevlitleri ve daha neler normalleşti.
Bu dönemde benim de hep yapmak istediğim ancak bir çok şeyi yaptığım gibi ötelediğim isteğimi hayata geçirmiş oldum.
Yaratıcı Yazarlık Atölyesine başlamış oldum.
Nedir bir yazarlık atölyesi diyebilirsiniz. Bu atölye çalışmalarında yazmayı ve yazdıklarını paylaşmayı sevenler haftanın belirli gün ve saatlerinde bir araya geliyor. Yazma serüvenine bir kere kaptırdınız mı bir daha çıkamıyorsunuz zaten ama bir yazma rutini oluşturmanın da önemini kavramış oluyorsunuz.
Burada hafta hafta yazdığım metinleri paylaşacağım. Gelişimimi görmek ve arşiv olması sebebi ile burada paylaşmak istiyorum. Okuyucu olarak sizde bir yorumda bulunmak isterseniz çok sevinirim..
18.11.2021
Henüz otuzlarının başındaydı. Bu yorgunluk, omuzlarındaki
düşüklük, cildindeki solgunluk yılların değil, yaşadıklarının sonucuydu. Rusya’nın
bilinen soğuk havası mizacına değil ama görüntüsüne günden güne etki ediyor,
yaşadığı zor hayat da buna biraz daha yük oluyordu.
Her şey 3 sene önce büyük aşkla başlayan düğününde başladı.
Soğuk bir kış sabahı Moskova’nın küçük bir şapelinde sade ama pahalı gelinliği ile
geleceğine bakarken şüphesiz bu kadar yalnız ve zor durumda olacağını
düşünmemişti. Çok büyük bir zenginliği yoktu Sergey’in. Büyük bir at
çiftliğinde çalışıyordu çocukluğundan beri. 2 göz odasında huzurla yaşıyordu.
Ne büyük umutları ne de bunun için bir çabası olan düz bir adamdı kocası. Onu ilk gördüğünde hemen anlamıştı.
Çevresindeki abartıyla beslenen zengin ama sahte insanlardan bıktığı için belki
de çekmişti onu Sergey kendine. Ailesinin asla izin vermeyeceğini biliyordu ama
belki bir inat, belki de zıtlıkların çekim gücü nedeniyle simdi bu tek göz
odada bir başınaydı. Giysi dolabından bile daha küçük olan bu evde yaşayabileceğine
kimse ihtimal vermemişti. Hele 3 sene geçeceğine..
Atlara yem vermeye giderken Sergey’in yaktığı sobada ısınan
suyu almış, biraz daha fazla gün ışığı gelsin diye açtığı perdelerin tam önüne
koymuştu. Bu soğukta hamama kadar yürüyemeyecekti. Giysilerini çıkarmak için
yatağına doğru ilerlemişti ki sabah erkenden toplandığı belli olan güllerin
altındaki notu fark etti. ‘ Gül gibi kokan, gün gibi bakan sevgilim..
Günaydın’.. Yüzündeki gülümseme ile çiçekleri bir kere daha koklayıp onca
yoksunluğua karşı en büyük zenginliğini, Sergey’ini düşündü.
Senelerce birçok model ile sayısız yerde sayısız fotoğraflar
çektim. Çok büyük paralar kazandım, ödüller aldım. Sergilerde yayınladım,
dergilere kapak oldum ancak evimin en güzel yerinde ve hatta kalbimin baş
köşesinde yer alan bu fotoğraf kadar güzelini çekemedim. Çözünürlüğü şimdilerde
çok düşük gelen ama o zamanın en kalitelisi olan cep telefonumla çakmağı bana
fırlatmadan önce çekmiştim. O papatya sarısı saçlarını savurup, çakmağı bana
fırlatmıştın. Fark etme diye yastığın arkasına sıkıştırmıştım bende telefonu.
Koltuğun üzerine fütursuzca fırlattığım penyeyi üzerine geçirip kucağıma
sokulmuştun. Boynuma değen saçların, kokun şimdilerde yeniden benimle sanki.
Koku ne ilginç bir şey değil mi Azize. Hiç unutulmuyor. Bende bıraktığın, daha
doğrusu bari senden bu kalsın diye sakladığım kokun, hiç unutulmuyor.
TREN VE KIŞ 18.11.2021
Sabah alarmın sesine gerek kalmadan uyanan Mustafa geceden özenle
hazırladığı takım elbisesini yine aynı dikkatle üstüne geçirdi. Sobanın alevi
uzun zaman önce bitmiş, koru tükenmeye yüz tutmuştu. Bir odun atarak ateşi
harlandırmayı denedi sıcak bir çay içebilmeyi hayal ederek. Henüz tam
soğumamış, sobanın üzerindeki su ile elini yüzünü yıkadı. Duvarda kenarı kırık,
arkasındaki siyahlıkları belli olmaya başlamış aynada aksine baktı. Gün
geçtikçe yüzündeki izler daha da belirginleşiyor, omuzlarındaki düşüklük onu
olduğundan daha çelimsiz görünmesine neden oluyordu. Giderek seyrekleşen
perçemlerine gitti eli. Kuzguni renkli dalgalı tutamları arkaya doğru taradı. Asi
perçemleri yatıştırmayı başardıktan sonra, iyice köpüren fırçayı sert
sakallarına buladı. Sobanın üzerinde kısa bir süre önce koyduğu güğümden gelen
tiz ıslıkla elini hızlandırıp sakallarını tıraş etti.
Çayın demini içine çektikten sonra biraz daha kendine
gelmiş, uzun süredir hazırladığı yazıları yeniden gözden geçirmeye başlamıştı.
Matbaaya vermeden trende son bir kez daha okur öyle teslim ederim diye
düşünerek ağır ahşap kapıyı sertçe çekti. Kapandığına emin olmak için bir iki
kez itekledikten sonra gara doğru yola çıktı. Her zaman böyle sağlamcıydı
Mustafa. Köyde hiç hırsızlık olmamasına rağmen hazine saklar gibi kilit üstüne
kilitle kapatır çıkardı sokağa. Bir kere çocukken aralık bıraktığı kapıdan
giren kedinin annesinin gözbebeği sarıkızın sütünü içtiğini görünce az sopa
yememişti annesinden. Aklına gelen bu anı ile yine canı sıkıldı. Yüzüne değen
kar tanelerine nedensizce homurdanarak uzaktan dumanı görünen trene doğru
ilerledi. Gardan aldığı gazetesini kolunun altına sıkıştırıp kondüktörün trenin
kapılarını açmasını bekledi. Eskişehir’in buz gibi ayazında daha fazla dışarıda
kalmak istemiyordu. Kapı açılır açılmaz da kendini trene attı.
Kolunun altındaki gazeteyi ve yazı çantasını aynı eline alıp
ağır, parmak izleri ile dolu yarı cam kapıyı açmaya yeltenmişti ki biranda
kendini yerde buldu. Neye kızacağını, neye bağıracağını anlayamadan yazı
çantasına davranıp ayağa kalkmaya çalıştı. O arada incecik bir el, gücüne
bakmadan Mustafa’yı kaldırmaya çalışıyor bir yandan da bir şeyler söylüyordu. Öfkesinin yerini şaşkınlık almıştı çünkü ona
çarpanın haylaz çocuklar olduğunu düşünmüştü. Sabahın bütün huzursuzluğunu
çocuklardan çıkarmaya hazırlanmıştı ki gördüğü mavi iri gözlerle nefesinin
durduğunu hissetti. Kafasını kaldırdığından bu yana kaçıramadığı bakışlara mı,
yoksa hiç bu kadar mavisini görmediği gözlere mi, yoksa omuzlarına dökülen
buklelerin sarılığına mi şaşırmıştı? Hayatındaki her şeye somurtan, hiçbir
şeyden memnun olmayan Mustafa ayağa kalkıp kendini toparladığında donmuş gibi
bakmaya devam ediyordu. Karşısındaki kadının Mustafa’nın abartılı
hareketlerinden usanmış olacak ki bir yandan elini kurtarmaya çalışıyor bir
yandan da bir şeyler anlatmaya devam ediyordu, belki de özür diliyordu. Belki
de birini arıyordu ve onu soruyordu… Ancak Mustafa sanki felç geçirmiş gibi
hiçbir uzvunu hareket ettiremiyordu. Keşke yazması gerekseydi, çünkü konuşmak
ona göre bir olay değildi. O yazarak iletişim kurmaya alışkındı. Yazabilseydi
şuan emindi parmaklarının dilinden daha hızlı hareket edeceğinden ama şuan
elini bile oynatacak güçte değildi. Arkasından gelen sesle bin bir güçlükle kafasını
çevirmeyi başardı.
MUTSUZ VE DEPRESIF KADININ CAMIN UZERİNDEKİ KADININ DUYGU
DURUMU 23.11.2021
Camın üzerindeki lekeleri sildikçe içimdeki karanlık
bulutları da dağıtıyordum sanki. Salondan yayılan yeni sildiğim koyu ahşap
zeminden gelen lavanta kokusu sabah ki karanlığımı da dağıtıyordu. Ne kadar da karanlıktım kapıyı açıp içeri
girdiğimde. Sabah çayın demi olmasaydı bu sabah eğer, ince kesilmiş ekmek,
fazla dağınık duran zeytin taneleri olacaktı kavganın sebebi. O yüzden üzülmeyi
bıraktım artık ben kendime.
30.11.2021
22 yaş kendi ayakları üzerinde bambaşka bir ülkede, hiç
tanımadığı insanlar arasında yaşamak için yeterince büyük müdür?
Babamla tartışırken yeterince büyük olduğunu düşünürdüm ama
trenin o soğuk kapısı açıldığında yüzüme çarpan temiz havanın bize ait
olmadığını ilk hissettiğin o an ne kadar küçük ne kadar korunmasız olduğunu
hissettirdi. Oysa babamla çata çat nasıl da mücadele edip o demir adamı nasıl
da dize getirmiştim. Hiç tanıdık gelmeyen yüzler arasında görünüşte büyük ama
minnacık bir kızdım en nihayetinde işte.
Yıllardır hayalini kurduğum ülkenin topraklarına ayağımızı
basmıştık işte. İçimdeki fırtınayı dindirip temiz havayı içime çektim.
Oksijenin bolluğundan mı yoksa saatlerdir açlıktan mı bilmiyorum başım döner
gibi oldu. Trende 6 saat birlikte yol arkadaşlığı yaptığımız Polonyalı genç,
neydi adı Artur mu neydi, o yaklaştı. Bir şeyler diyordu ama yine
anlaşamıyorduk tabi. Elimle iyiyim gibi bir şeyler yapıp uzaklaştım sırnaşık
heriften. Şuan ihtiyacım olan tek şey sıcak bir çaydı. İlk bulduğum kafeteryaya
çöküp elimle garsona işaret ettim ama salak salak yüzüme bakmaya devam etti.
Yine derin bir nefes alıp yanına gittim ve bir çay istediğimi söyledim. Bana
ukala bir şekilde eliyle yukarıyı gösterdi.
SELF SERVICE.
İyi tamam dercesine gözlerimi devirip kasaya ilerledim. Menüdeki karmaşa, ne anlamını ne tadını
bildiğim yemekler canımı bir kere daha sıktı. Tost ve sütlü bir kahve parası
ödeyip ilerledim. Polonyalının bana doğru sırıtarak gelmesini fark edince
kafamı çevirip hızlıca menümü alıp yerime doğru yönümü çevirdim. Şuan ihtiyacım
olmayan tek şey dilini hiç bilmediğim bir ülkede dilini hiç bilmediğim başka
bir ülkenin insanı. Üstelik de sırnaşık tipsiz bir insanı. Kafamı bir şekilde
dağıtmak istiyordum bunun farkındayım yoksa kendince kibarlık yapmak isteyen
bir insanı da böyle tersleyecek kaba bir insan değildim.
*
Ayakkabı
Yine yağmurlu bir günde yollardayım. İncecik güzel derim
suya bir dalıyor bir çıkıyor. Maharetli ustaların elinden çıkma tabanım bu
özensiz ayakların altında daha ne kadar eziyet çekecek acaba. En kaliteli
ipliklerden yapılmış dikişlerim hırpani yürüşüyle tabanımla beni zor tutuyor
artık. Belki aylardır ne bir boya, ne bir bez gördüm. Çamur, toz toprak içinde
narin cildim öyle çatlak çatlak oldu ki kendimi aynada görsem tanıyamam
heralde. Kimbilir bir ayna görmeyeli ne kadar zaman geçti. Oysa ustabaşı Mikail,
beni ışıklı vitrinin en güzel yerine koyduğunda nasıl bir yıldız gibi
parlıyordum. Yoldan gelip geçen her kes bana bakıp iç geçiriyordu. En zarif, en
şık beyefendiler gelip denemek istiyor benzerlerimi deniyordu. Kendimi şık
tozsuz yolların üzerinde hayaller kurarken bir gün raftan bir koliye koyulmam
ile başladı bu eziyet. Yine de heyecanlıydım. Kutumu açacak, heyecanla beni
elline alacak ve özenle beni ayağına geçirecekti. Ama hiç de öyle olmadı.
Birkaç gün kutunun kapağı hiç açılmadı ne kadar süre geçti onu da
hatırlamıyorum gerçi. Sonra soğuk bir gün, derimin sıkılaşasından anlamıştım
soğuğu. Bizim oraların havasına pek benzemiyordu. Kapak açılır açılmaz beni
yüksekten tabana atıverdi. Bir parçam adeta tabana yapıştı, bir parçamında yüzü
yere kapaklandı. Alelacele beni ayağına geçirip, bağlarımı bile bağlamadan
yalap şalap yollara düştüm. Düşüş o düşüş işte
ayna
İddia ediyorum İnsanları benden daha iyi tanıyan hiçbir şey
yok bu hayatta. Kim bilir kaç çeşit surat gördüm… Güzeli, çirkini, kısası
uzunu, kızılı esmeri, siyahı beyazı her milletten her cinsten insan gördüm.
Şimdi içinizden ‘’sanki biz görmedik bizde tonla insan görüyoruz bunun nesi
ilginç’ diyorsunuzdur. Doğru siz insanoğulları her sokağa çıktığınızda, her
telefona baktığınızda yada tv izlediğinizde benden daha fazla insan
görebilirsiniz ama onlar size gerçek yüzlerini göstermezler. Her insan bir tek
bana gerçek yüzünü gösterir. Makyajsız, çırılçıplak halini bir bana gösterir.
Şimdi yine siz itiraz etmeden söyleyeyim çıplak dediysem kıyafetlerinden
bahsetmiyorum. Taktığınız maskelerden koyduğunuz filtrelerden bahsediyorum. Ben
sizin gerçek kimliğinizi, ruhunuz gösterdiğiniz tek şeyim bu hayatta.
Tütü’nün Bastonu
Bugün günlerden Salı. Yani yeniden dışarı çıkacağız
Türkancığımla… Günün telaşı şimdiden başladı bir o yana bir bu yana evde
dolanıp duruyoruz Tütü’mle. Damarları artık iyice belli olan narin ellerinde
yıllara inat kırmızı simli ojeleri var yine. Salı günü hem benim hem de Tütü’m
için haftanın en güzel günü. Kapı çaldı, hadi yollara dökülme vaktimiz geldi
Tıktıklayalım bakalım İstanbul sokaklarını… 10.12.2021
Rüyaları bır sekılde bırbırıne bağlı olan ıkı kışı hakkında
Uzun bir gecenin sabahında yakaları ter içinde kalmış
pijamasına çekiştirerek açtı gözlerini. Belli belirsiz mırıldandı. ‘’Rüyaymış.
Ardarda aynı rüyayı görmek de neyin nesi ya!’’ Sağa sola kaykılıp zor da olsa
yatağından kalkmayı başaran Zehra banyoya doğru yollandı. Pencereden ayın
ışığını görünce telaşa kapıldı. Gece mesailerine hala alışamamıştı. Günü geceye
altı üstüne karışmıştı işte. Söylenerek giyinmeye başladı.
‘Kafayı yedin kızım iyice. Sen kim Mete bey kim? Hayır
normal insan gibi gör, yemek ye, sinemaya git ama öpüşürken görme yani. Mete
bey ne alaka? Hep bu hovarda Selin yüzünden. Yok kızım bak bu adam sana
yazıyor, yok camdan sürekli sana bakıyor kesin beynime yer etti yoksa koskoca başhekim
hastabakıcıyı ne yapsın. Salak olma Zehra. Kendine gel.’’
Sabahtan hazırladığı giysileri alelacele giyip son metroya
yetişmek için evden fırladı.
**Uzun bir mesai sonrası sonunda günü bitirmişti Uzman Dr
Mete Hızman. Odasından çıkarken koridorun sonundaki bankoya uzun uzun bakarken
yakaldı kendini. Sonra biran kendine gelip, ‘salak mısın Mete. Rüyalar gerçek
olmuyor oğlum’.
Tanrı-LAR sorunsalı
Haftanın ödev konusuna gelince ayrı heyecanlanıyorum. İşin
son dakikaya kalacağını hiç hesaplamadim ama bu sefer gerçekten de elim hiç
kaleme gitmedi. Konunun sürreal
Olması mı yoksa aslında zaten sürreal bir zaman diliminden
geçmemiz mi bilmiyorum tıkandı kelimeler bende. Yazar tıkanması denen şeyin
biraz ego olduğunu düşünürdüm. Ama gerçekten de olabiliyormuş. Çünkü biraz
mesleki deformasyon belki biraz da içten gelen bir dürtü ile istenen konuda
ilgili marka hakkında hızlıca, seveyim sevmeyim kelimelerim dökülürdü yazıya ta
ki konunun tanrılar olduğunu duyana kadar.
Tanrılar konusunda isteksiz kalmamın sebebi size dindar biri
olduğumu düşündürebilir aksine ben dindar bir ailede doğmuş ama yaşarken dinden
soğutulmus bireylerden biriyim. Evet Tanrı, yaradan, Rab, kutsal enerji ne
dersek diyelim hep var ve hep bizimle.
İşte yine saptım konudan. Konumuz tanrılardı!. -TAN-RI-LAR!
Yani antik dönemlerde ağaca, ateşe, rüzgara, buluta ve dahi aşka ait tanrılar
dönemi. Anadolu'da yaşayan herkesin bilsin bilmesin inansın inanmasın şaman
adetlerinden gelme inançlara hala inanmaya devam ettiği bireylerden biri olarak
araştırmaya da gerek kalmadan sayfalarca yazabilmem lazımdı ama işte
görüyorsunuz ki tık yok. Üstelik antik tanrılar cenneti Yunanistan da da epey
bir zaman gezmiş, adım başı heykelini yada adını ezber etmiş biri olarak da
çıkmadı.bir öykü. Oysa ki eros'un okunu Hera'ya saplatıp Hades'i aşka
boğabilirdim. Zeus'u uslandirip kuşa böceğe uçana kaçana hallenmesine engel
olup düzeni taa antik çağdan düzeltebilirdim ama sanırım hayal kurmaya da pek
mecalim yok. Hak etmediğimiz bir hayatı yaşatmaya zorlarlarken bizi hayal
kurmaya yazmaya da hevesim yok.. Bu haftalık beni pas geçin
Çay mı Kahve mi?
Çay mı kahve mi? Asla yüzde yüz doğru yanıtını
alamayacağımız bir soru sorunsalı. Çay sevenler kahve sevenleri, kahve sevenler
çay sevenleri belli belirsiz bir üstünlük kavgasına çeker, hatta üstü kapalı
birbirlerinden daha üstün olduklarını ispatlamaya çalışır. Kahve kavramıyla
daha bu yüzyılın başında tanışmış bir halkın bu alışkanlığı hayatına bu kadar
içselleştirmesi de yeni nesil kahvecilerle oldu sanıyorum. Su ile hazırlanan
hazır kahvelerin yerini bir anda alan taze çekilmiş ya da öğütülmüş, inek sütü
veya badem sütü balkabağı pırasası artık daha ilginç hale getirmek için
bulunmadık icat bırakmayan yeni nesil kahveciler. Hatta yeni nesil kahveden
sonra birde kahve gustoları kelimesi girdi hayatımıza. Oysa çay öyle mi ya..
Dümdüz ve ince belli..
kekremsi 04.01.21
Bitirdiğin okullardan aldığın belgeleri asacak duvarın
kalmadı ama aslında hamlıktan hiç kurtulamadın. Belli kazançlar karşılığı
aldığın madalyaların, kupaların, şiltlerin sayısını unuttun belki ama içindeki
kekremsilikten hiç kurtulamadın. Melanet sofasında hırkanla geçeceğini sanarken
yamalı bohçanı da kaybettin ama göremedin.
FİZİKSEL VE RUHSAL PORTRE YARATIMI 04.01.2021
Elimdeki portreye baktığımda gördüğüm şey onca insanın
aksine, kahkahanın ardına gizlenmiş kocaman bir acı. İçten bakmayı bilen her
kadın bunu görebilirdi aslında. Pahalı olduğu çok belli olan; hatta belki de
eşi benzeri olmayan iri, renkli taşlı mücevherlerin süslediği zarif boynu;
siyah, dar elbisenin içinde zor sığmış,- kendisinden sonra yaşayacak olan erkek
neslini bile heycecanlandırabilecek - göğsünün tam kapayamayan yakasına düşen
sarı bukleler. Dünyanın en meşhur bukleleri bunlar olabilir. Fotoğrafçıya
verdiği efsanevi pozunda bahşettiği o ölümsüz gülümseme. İşinin ehli en iyi
hekimlerin bile yanına yaklaşamadığı kusursuz dudaklarının yanındaki minik
kahverengi nokta. Tanrının bir kadına verebileceği güzellikleri belki de tek
bir kadında toplamasını birç ok kadın kıskançlıkla anmıştır. Oysa bu güzelliğe
baktıkça hissettiği acıyı da görememeleri ne acı. Dünyanın en çok aşık olunan
kadının aşktan, üstelik de kendi yaşamına son vermiş olması ne büyük bir
trajedi. ( MM)
Yorumlar
Yorum Gönder
Tesekkurler